YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILIN EN İYİ ROMANI
Gülda
Ben, size Tirza’yı anlatamam!
Size Tirza’nın bir başucu kitabı olduğunu söyleyemem.
Hatta, romanda karşılaştığınız "Öteki" gerçekler; utanıp, derinlerde kalmış bazı hislerinizi, anılarınızı hatırlattığı için yüzünüzü kızartabilir. Öfkelendirebilir! Şimdiden bilin isterim.
Size sadece Tirza’yı okumanızı önerebilirim. Birçokların da dediği gibi elinizde "Yirmi birinci yüzyılda yazılmış en iyi romanı" tutuyor olabilirsiniz.
Romanın her yeni sayfasında yüzünüze kocaman yumruklar yiyeceğinizi ve bir önceki paragrafta yaşanmış olanı, sivri uçlu bir bıçağın keskin dokunuşu ile yok ettiğini de belirtmeliyim.
Bir roman okudum hayatım değişti türünde olmasa da, uzun süredir hissettiğiniz ama dillendiremediğiniz bir takım duyguları betimlediğine emin olabilirsiniz.
Çok yakıcı, delici ve rahatsız edici bir roman Tirza. Ve sadece bu halinden dolayı bile defalarca okunabilir. Ben bir süre sonra tekrar okuyacağım, eminim.
Romanla ilgili hiçbir ipucu vermeksizin –romanı okumayanlara konusunu anlatmama gibi bir kural varmış- romanın yaşattığı tecrübe ile ilgili birkaç şey söylemek isterim:
Kitabın arka sayfasında yazdığı gibi Jörgen Hofmesseter, beyaz, orta sınıf, Protestan ahlakı ile yoğrulmuş altmışlı yaşlarda bir Hollandalıdır. Canından çok sevdiği, yaşama sebebi kızı Tirza’nın mezuniyeti/ailesinden ayrılışı/Afrika’ya yapacağı seyahati kutlamak için Amsterdam’ın en mutena semtindeki evinin, mükemmel bahçesinde -o bahçeye ulaşabilmek için gereksinimi olan aletleri saklandığı kulübeyi bile düzenleyerek- eşsiz içkiler ve yemekler ile bir parti hazırlığındadır. Misafirleri iyi ağırlayamazsa, iyi bir baba olduğu da göz ardı edilebilir. Bu yüzden her şey kusursuz olmalıdır. Bir suşi tabağına epey para harcamaktan bile kaçınmaz. Diğer kızı da parti için gelir. Hatta, üç yıl önce evi terk etmiş olan karısı da açıklama yapmaksızın geri dönmüştür.
Bahçe demişken belirtmeden geçemeyeceğim: Türkçede “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” atasözünün Hollanda’daki karşılığı “Komşunun bahçesinin çimi daha yeşildir” benzeri bir deyim. Birçok Hollandalıya göre bahçecilik en iyi hobi, hatta bir hayat biçimi. Jörgen Hofmesseter de sınıfının yetkin bir temsilcisi olarak bahçe düzenlemeye özel bir önem verir. Ağaç budamak, çim ekmek, türleri arasında en iyisi sayılan, son derece tasarruflu Stihl MS 170 marka elektrikli testereyi büyük bir beceri ile kullanmak gibi son derece asil zevklere sahiptir.
Jörgen Hofmesseter daha ikinci sayfada altı gündür tıraş olmadığını söyler. Hemen ardından buna ayıracak vakti olmadığının izahı ile okurun/izleyenin bu durumu son derece olağan bir şekilde makul bulmasını sağlar. Buraya kadar her şey, tüm aksaklıklara rağmen yolundadır. Romanı iki sayfa daha okuduğunuzda Jörgen Hofmesseter’in son altı gündür neden tıraş olamadığının gerçek yüzü görünür. “Bıçak balığı bir dost gibi” karşılamaya başlar.
Birkaç sayfa daha okuduğunuzda artık Jörgen Hofmesseter’e güven duyamazsınız. Jörgen Hofmesseter sıradan olduğu gibi, tekinsiz de biridir ve “orta sınıf, Protestan ahlakı” ile doyurulmuş ve sürekli beslenmesi gereken egosunun tatmini için basit doğrular ya da sadeleştirilmiş gerçekler yeterli değildir. Bıçağın keskin kısmı ile başkalarına dokunur.
Sayfalar ilerledikçe, hayat boyu yüzüne bile bakmak istemeyeceğiniz Jörgen Hofmesseter çok tanıdık gelmeye başlar.
Bence, Jörgen Hofmesseter; on altıncı yüzyıl Othello trajedisindeki Iago’nun, yirminci yüzyıl’ın en önemli roman kahramanlarından biri olan "Gregor Samsa böcek haline" çoktan dönüşmüş ve yirmi birinci yüzyıl koşullarınca yeniden şekillenmişi gibidir. Peki, abartmayayım! Aslında, WASP türünün Hollandalı türevidir. Böyleleri ile tanıştınız mı bilmiyorum ama ben her seferinde onlardan –ne kadar keyifli vakit geçirmiş olsam bile- kötü bir tat ile ayrılırım. Tüm kibarlıkları, nezaketleri, ilgileri, mütevazı halleri, içten içe üstünlük hali barındırır. Ben buna “Aristokrasinin Son Kalıntılığı” diyorum. Her şey onlarındır ya da onlar içindir. Arnon Grunberg Tirza romanında bu kalıntılığı/kötü kokuyu anlatır. Hatta bizim dışarıdan görüp sadece hissedebildiklerimizi Jörgen Hofmesseter başlığı altında açar. Açar da açar:
Berbat bir çıkarcılıkla çetere tutmak, tutumluluk adı altında tiksinti verici bir hesaplaşma yapmak, bunu da müthiş bir özgüven ardında, suçluluk duygusu ile sunmak. Tuhaf alaycılıklar, zekice edilmiş birkaç söz… O kadar. Sadece o kadardır Jörgen Hofmesseter.
Tutumluluğa da geri dönüyorum.- Bu serbestçe dallanıp budaklanan bir yazı, zaten roman da budama odaklı. Ayrıca yazı da gayet ırkçı bir yönde ilerlemeye başladı ya neyse!- Benim Protestan ahlakı diye bahsettim kısmı; düpedüz pintilik ile ilintili. Bu korkunç hasisliğin –Bu sadece Protestanlığa özgü olmayan, çevremizde de kötü kopyalarını görmekte ve tecrübe etmekte olduğumuz- “her şeye hakkı olma ve herkesi esir alma/kullanma imanından” açık ve net olarak tiksiniyorum. Jörgen Hofmesseter de beyaz, hastalık derecesine beyaz, bir o kadar yobaz olmasının yanı sıra “Pintiliğin Kutsal Kitabını” tüm gerekçeleri ile yazabilecek kadar da kusursuz.
Örneklemeliyim: Artık her şey bitmiş ya da artık Jörgen aydınlanmış. –Siz okuyunca burası yerine oturacak umuyorum.- Ama hâlâ “ İlk şişenin içinde biraz kola kalmıştı. İkinci şişeyi koymadan önce ilk şişede kalanı bardağa boşalttı. Tutumlu bir değildi artık, ama dikkatliydi.” (sy.432) hesabında.
Yahudileri, esmer derilileri, kendine benzemeyen kimseyi sevmez. Kendine benzeyenleri de sevmez. O Amsterdam’ın en güzel parkı Vondelpark’a bakan Van Eeghenstraat’ın şık bölgesindeki, en güzel evlerden birinde oturmaktadır. “Posta kodu ile adresinin kimilerinin üzerinde yarattığı etkiyi özleyecekti. Başarının kokusunu, üzerine yapışmış olan başarılı olduğu varsayımının kokusunu arayacaktı.” (sy.14)
Biraz daha para gömebilmek –her zaman bir açıklaması vardır- için çatı katını kiraya vermiştir. Kiracılar, banyosundan gelen pis kokuları şikâyet etse bile aldırmaz. Sonuçta, kiracılar sadece, ayın birinci günü para vermesi gerekenlerdir. Kirayı alabilmek ve avucunda o paraları -çünkü para; tek işlevi dışında ulvi başka amaçlar içindir- tutabilmek adına, ne kadar suçluluk duyarsa duysun, her yol mubahtır. “Hıçkırık gibi bir duygusallığa yer yoktur.” Kendini aldatmak için her şeyin suçunu “Öteki”ne atar. Sartre’ın Öteki kavramından bambaşka bir gerçeklik yaratır. Buna da inanır.
.. ben, merhametsiz bir adamım. Merhametin ne olduğunu bilmiyorum ve ona inanmıyorum, onu üzerimden, inatçı bir soğuk algınlığı gibi söküp attım. Başkasının acı çekmesinden hoşlanırız demek istemiyorum, tam tersi. Genellikle başkalarının acı çektiğini görmek istemeyiz. Ama merhamet? Nedir bu? … Merhameti kişisel bir aşağılama olarak alıyorum. Beni aşağılıyor. Öfkeden kuduruyorum.” (sy.434)
Roman; “Kira”, “Kurban” ve “Çöl” adını taşıyan üç bölümden oluşuyor. Açıkçası ilk iki bölümde aldığım tadı üçüncü kısımda yaşayamadığımı söylemeliyim. Sanki hemen ardından filme de çekilebilsin -ki Rudolf van den Berg tarafından filme de çekilmiş- ya da belirsizliğe yer bırakmadan konu tam olarak anlaşılsın diye eklenmiş hissi yaratıyor. Öyle kurgulanması yerinde miydi? Ben emin değilim, ya siz?