Arnon Grunberg
Radikal,
2009-05-02
2009-05-02, Radikal

Batılı orta sınıfın 'öteki' ile imtihanı


Handan Akdemir

‘Tirza’nın ana karakteri Jörgen başarılı biri değil ama onu bir kaybeden olarak da görmüyor Arnon Grunberg. “Çok sevdiğim bir söz vardır” diyor, “Her şey bir zaman meselesi. Yeterince uzun yaşamıyoruz, bu nedenle bugünün kazananlarının yarının kaybedenleri olduğunu görme şansımız olmuyor.” 'Tirza' isimli romanında Batılı orta sınıf aydının 'öteki'yle olan sınavını çarpıcı bir kurguyla ortaya koyan Arnon Grunberg İstanbul'daydı. Figüranlık, savaş muhabirliği ve kat temizlikçiliği de yapmış olan ünlü Hollandalı yazarla, kaybetmekten şöhrete, hayat bilgisi üstüne konuştuk Alef Yayınları’ndan çıkan romanı ‘Tirza’da Batılı orta sınıf aydının ‘öteki’ ile sınavını çarpıcı, sürükleyici ve sarsıcı bir kurguyla dile getiren Hollandalı yazar Arnon Grunberg geçen hafta İstanbul’daydı. ‘Tirza’, sıkıcı burjuva hayatında kapana kısılmış, tek varoluş şansını kendi yapamadıklarını kızı üzerinden gerçekleştirmekte bulan Jörgen Hofmeester’in hikâyesini anlatan, Türk okurunun da çok ilgisini çekecek bir kitap.
Kitabında eleştirdiği o sıkıcı burjuva hayatının içinde kısılıp kalmamak için yazarımız da zamanında direnmiş; liseyi terk edip yoldan sapmış. Babasının ‘O zaman gider tren istasyonlarında ayakkabı boyarsın’ meydan okumasına karşı gelerek aktör olma hayallerinin peşinden koşmuş. Hiçbir konservatuvara kabul edilmeyince birkaç kişinin seyrettiği tiyatro oyunlarında, figüranlık yaptığı filmlerde şansını denemiş.
Buz gibi bir havada bir merdivenden 18. defa yuvarlanırken küçük bir aydınlanma yaşayarak yolunu yayıncılığa kaydırmış. ‘Altın rehber’ yayınlayan bir şairin yanında birkaç yılını eskittikten sonra kendi yayınevini kurup hiç satmayan ‘iyi edebiyat’ kategorisinde beş kitap yayımlamış. Bu işten müthiş bir borca batıp tam dibe vurmuşken romancı olmaya karar vermiş. Ama bu süreçte garsonluk, aşk mektubu yazıcılığı gibi bilumum işlerde çalışmış.
Arnon Grunberg, bugün dünyaca ünlü bir romancı. İlk önce kendi ülkesi Hollanda, daha sonra Almanya ve Anglosakson dünyadan en prestijli edebiyat ödüllerinin sahibi. Roman yazmak dışında ‘Acı Çekme Teknikleri’ gibi ilginç konularda dersler vermek, anchorman’lik yapmak, bir ‘Aşk Üniversitesi’ tasarlamak, bir otelde kat temizlikçisi olarak çalışmak, Afganistan’a, Irak’a savaş muhabiri olarak gitmek gibi işlerle de uğraşıyor... Hâlâ uslanmış sayılmaz.
23 yaşında yazdığı ‘Mavi Pazartesiler’ ile genç yaşta Hollanda’nın en sevilen yazarlarından biri olan Grunberg’le buluştuk.

Türkçe’ye çevrilen diğer romanınız ‘Hayalet Acı’ ve ‘Tirza’ arasında bir paralellik var. ‘Hayalet Acı’da baba-oğul ilişkisi, ‘Tirza’da ise baba-kız ilişkisi bütün dinamiklerin merkezinde. Çocuğunuz var mı? Çocuklar ebeveynin kendini tanımlaması açısından neden önemli? Hayır, çocuğum yok. Ama çocukların ebeveynin kendini tanımlamasında önemli olduğunu düşünüyorum. ‘Hayalet Acı’da da babasını yansıtan bir oğul söz konusuydu. ‘Tirza’da ise baba figürü gerçek anlamda mükemmel olmak için çaba gösteren bir karakter. Jörgen çocuğunun her şeyi olmak isteyen bir baba, tipik burjuva orta sınıf erkeği. Kendi tutkularını çocuğuna yükleyen, onda gerçekleştirmeye çalışan biri. Jörgen kızı Tirza’nın her şeyde en iyi olmasını istiyor. İşi küçük kıza Dostoyevski okuyacak kadar ileri götürüyor. 12 yaşındaki bir çocuğa Dostoyevski okumak ilginç bir durum.

Hastalıklı bir durum biraz da...
Evet, abartılmış bütün arzuların, yüksek dozdaki her şeyin hastalıklı bir yanı var. Romanda Tirza’nın bir yeme bozukluğu sorunu yaşadığını öğreniyoruz, Jörgen bu noktada kendini çok suçlu hissediyor. Çünkü kızı sırf yiyecekleri değil her şeyi reddediyor. Romanı yazarken yeme bozuklukları konusunda bir uzmanın görüşlerini almıştım; bunun tipik orta sınıf hastalığı olduğunu söylemişti. Pek çok güzel yemek var ama yemeyle ilgili bir sorun yaşıyorsunuz. Belki şöyle de denebilir: Orta sınıfın çöküşü yeme sorunları olarak yansıyor.

Bir kaybeden mi Jörgen? Jörgen başarılı bir insan değil, ama onu bir kaybeden gibi düşünmüyorum. Çok sevdiğim bir söz vardır: ‘Her şey bir zaman meselesi. Yeterince uzun yaşamıyoruz, bu nedenle bugünün kazananlarının yarının kaybedenleri olduğunu görme şansımız olmuyor.’ Kaybeden sözünü sevmiyorum. Bir romancının, edebiyatın, kaybedenin yanında olması gerekir. Başarı bir hikâye değildir. Jörgen her şeyini kaybediyor ve her sabah işe gider gibi havaalanına gidiyor. Orada olmayan yolculara el sallıyor. Bazıları onun durumuna acıyabilir ama ben kahramanıma karşı bir sempati duyuyorum. Kendi bağlamında bir kahraman çünkü o da.

Jörgen üzerinden Batılı orta sınıf burjuva bireyinin ‘öteki’ne bakışında rahatsız edici bir şey var. Jörgen kızının Faslı Müslüman olan sevgilisine 11 Eylül’ün Muhammed Atta’sının ismini takıyor. Yahudilerden, gay’lerden, Araplardan, zencilerden aynı ölçüde nefret ediyor, korkuyor. 11 Eylül’ün Muhammed Atta’sı neyi temsil ediyor? Size katılıyorum. Hollanda toplumu da değişti. Artık ötekine duyulan korku daha fazla. Biraz daha ırkçı bir yaklaşım yerleşti. Bu korku Amerika’ya karşı da var Hollanda toplumunda. Muhammed Atta benim için bazılarının ‘öteki’ni nasıl gördüğünü sembolize ediyor.

Kahramanınız romanın sonunda bütün karmaşalarını, en derin kederlerini dilini pek de anlamayan Afrikalı küçük bir kıza anlatıyor. ‘Öteki’ne yani. Jörgen’i cezalandırmak mı istediniz böyle yaparak? Bence bu cezalandırma değil, kurtuluş. Şu kadarını söyleyebilirim: Jörgen o küçük kız sayesinde kurtuluşa erdi. Onun sayesinde, birinin ona ihtiyacı olduğu duygusunu yaşadı.

Her iki romandaki kahramanınız da yayıncılık sektöründe. Neden? Aslında biraz tesadüf ama Jörgen’den gidersek entelektüel bir adamın, editörün yok olup gitmesine tanık oluyoruz. Çünkü Jörgen Azerbaycan edebiyatını takip etmenin hâlâ önemli olduğunu düşünüyor. Ama yayıncılık artık çok daha ticari bir hal aldı. Yayıncılık hakkında sahip olduğumuz o romantik düşünceler artık geçerli değil. Jörgen modası geçmiş bir dünyayı temsil ediyor. Bu yüzden bu romana uygun bir mesleği var.

Yani edebiyatın, felsefenin, kitapların modası geçti mi? Hayır modası geçmedi; edebiyatın hayatta kalacağını düşünüyorum. Ama artık yayıncılıkta para kazanma beklentisi daha büyük. Bu edebiyatı korumaktan daha büyük önem taşıyor artık. Ben komünist değim ama yayınlanacak edebiyata pazarın taleplerinin karar vermesine karşıyım.
Global kriz sonrası toplum mühendisleri farklı bir dünyaya doğru gittiğimiz görüşündeler. Okumanın, romanın, daha derin şeylerin değer kazanacağı gibi fütüristik tahminler var. Bu görüşe katılıyor musunuz? Katılmıyorum. Evinin kirasını ödeyemiyorsan bu senin roman okumana engeldir. Edebiyat her zaman küçük bir kitlenin ilgi alanı içinde oldu. Bunun değişmesi için de neden yok.

Artık iyi romanlar çıkmıyor mu? Bu görüşe katılmıyorum. 50-60 yıl önce neler yayımlandı, onu da bilmiyoruz. Sadece iyi örnekler, zamanın sınavından geçenler bugüne kaldı. Hâlâ çok ilginç romanlar yayımlanıyor. Bazen bazı romanlar yıllarca unutulup sonra ünlü oluyor.

Sizin şöhretle alakanız nasıl? Kalabalıkların beklentisine açık, tanınmış bir yazar olmak dehayı öldürüyor mu? Artık yazarlık 24 saatlik bir iş oldu. Ün buna katkıda bulunuyor. Bu da bir tür boşluk yaratıyor. Şöhret grip gibi, bir hastalık gibi. 2007’de ilginç bir deneyim yaşadım. Üç hafta boyunca, kendi isteğimle bir otelde kat temizlikçisi olarak çalıştım. Oradaki varoluşum bir yazar olarak değildi, bir kat görevlisiydim. Çok mutlu olduğum bir tecrübeydi. İşim odaları temizlemek, çarşafları değiştirmekti. Kimse beni tanımıyordu. Çok zenginleştirici bir deneyimdi. Etrafındakiler bir romancı olduğunu bilmiyorsa bütün gerçeklik algısı değişiyor, seninle farklı bir iletişim kuruyorlar. Bir yazarın kendini böyle ortamlara sokmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca oteldeki patronum da bir Türk hanımdı. Onunla çok eğleniyorduk. Tabii ki hayatım boyunca bu işi yapmak istemem ama gerçeklik algısıyla oynadığım bu oyun bana çok şey kattı.