Tirza ve yazarı
Necmiye Alpay
Birkaç günlüğüne Türkiye’ye gelen Arnon Grunberg’in ‘Tirza’ adlı kitabı, ‘çook iyi bir roman’.
‘Tirza’ çoook iyi bir roman. Hollandalı yazar Arnon Grunberg yazmış, Türkçeye Gül Özlen çevirmiş. Romana başkişi Jörgen Hofmeester’in değil de kızının adının verilmesi başlı başına bir gösterge. Anlatıcı yarı yarıya Hofmeester çünkü. Onun ise bir saplantısı var: Tirza.
Hofmeester için, günümüzün bir karşıkahramanı diyebiliriz. Hem hayli tipik, hem de özgün bir kişi. Grunberg ona pek çok şeyi başarıyla taşıtıyor: Günümüz ideolojilerinin, bilgisayarlara yüklenir gibi zihinlerimize yüklenmişçesine, gündelik yaşamda yeri geldikçe nasıl otomatik bir biçimde devreye girdiğini izliyoruz.
Hofmeester bu yönden, tipik bir “beyaz orta sınıf” insanı (romanda bu sıfat böylece kullanılıyor - s. 256). Yaşadığı toplumun paracı, çıkarcı, ikiyüzlü yanlarına uzun süre hiçbir etik itirazı yok; uyum göstererek, zekasını kullanarak, onun kıskaçlarından kurtulmaya çalışıyor. Çelişkiler içinde yine de: Kiracısından kirayı alıp gelirken kendini kirlenmiş hissediyor örneğin. Ama bu onun “hedge fon” yoluyla köşeyi dönme hevesine kapılmasına engel değil. Otomatikleşmiş bir ırkçılığı var: Müslümanlara ve karakafalılara karşı tam siper cephede. Oysa bir edebiyat çalışanıdır kendisi. Bir yayınevinde editördür.
Hofmeester’in özgün yanlarına gelince: İçine kapalılığı (kendisi de dile getiriyor bunu - s. 237), iletişimsizliğin belirli türden bir temsilcisi olması (hiç arkadaşı yok; günümüzün ‘marjinal’lerinden sayılabilecek eşi ve iki kızı ile olan gerilimli ilişkileri ona yetip artıyor), vb.
A. Ömer Türkeş, romanın bir psikolojik gerilime dönüştüğünü söylüyordu (17.10.2008 tarihli Radikal Kitap).
Evet, gerilim; kesintisiz bir ilgiyle okunuyor. Zayıf ile güçlü aynı bedende çünkü; para-iş-meslek-aile
sahibi ile, parasız-işsiz-mesleksiz-ailesiz olan, aynı bedende.
Yaşadıkları, Hofmeester’i ince ince hem köle hem saldırgan kılmış. Bu zıt itkiler dengesizleştiriyor onu.
İnandırıcılık düzeyi yüksek bir edebiyat bu. Hofmeester’in tipik ırkçılığı ile, sözgelimi Adorno okuru olması (s. 265) arasında bir çelişki var gibi görünüyor ama, zihnin otomatizmi, bu yamalı bohça yapısını mümkün kılıyor. Ezberci bir eleştirellik onunki. Ezberciliğin çoğu kez fark edemediğimiz yaygınlığını gösteriyor bize. Okur terbiyesinin bile bir yama olarak taşınabildiğini.
Arnon Grunberg’in iç dünyayı resimleme tarzı Ingmar Bergman’ın filmlerini anıştırıyor; II. Bölüm’ün sonunda zirvede olmak üzere. Bence o satırlar, pek çok açıdan romanın da zirvesi. Finalden ise aynı derecede memnun olduğumu söyleyemem.
İş biraz fazla polisiyeye, klinik vakaya dönüşüyor bence orada.
Arnon Grunberg bugünlerde İstanbul’da. Kendisiyle konuşup, bu final meselesi dahil, bir iki sorumu sorabildim. “Klinik vaka” terimini yerinde bulmuyor kendisi. Hofmeester’in herkes gibi biri, yani şiddet dolu olduğunu söylüyor. Buna fazlasıyla katılıyorum elbette, meselem de bu zaten: Hofmeester gerçekte tekil bir vaka değil ama, herkes tam olarak onun finalde davrandığı gibi davranmıyor, diyorum. Grunberg şu yanıtı veriyor: “Tek fark, bazılarının sınırı aşıp bazılarının aşmamasında. Ve ben sınırı aşanı da kıskıvrak yakalamak istedim...”
Grunberg’e, romanda ortaya konulan temel önemde bir tezi soruyorum:
“İğrenç olmayan erkek yoktur” diyor Hofmeester (s. 280). Katılıyor musunuz? Grunberg, “Evet” yanıtını veriyor: “Tam tamına böyle düşünüyorum”.
Rimbaud’yla polemik gibi anlaşıla-bilecek bir sözü de soruyorum yazara. Rimbaud, “Cehennem başkalarıdır” demişti. Romanda ise Hofmeester için, ama fikir Hofmeester’e ait olmak üzere, “Cehennem öteki değildi. Kendisiydi. Cehennem kendi içinde, derinlerdeydi” deniliyor (s. 182). Bu bir polemik mi yoksa yorum mu diye soruyorum Grunberg’e. “Yorum” diye yanıtlıyor.
Hofmeester’in hakikate erdiği birkaç müthiş uğraktan yalnızca biri bu...